Advert
Advert
Atatürk Hacı Bektaş Dergâhını kapattı mı?
Aşir Kayabaşı

Atatürk Hacı Bektaş Dergâhını kapattı mı?

Reklam

Türk kültür tarihinin en özgün inançsal kurumu; Bilge Kağan’ın; ben ulusumun açlarını doyurdum. Çıplaklarını giydirdim” devlet adamı sorumluluğunun yerine getirileceği kurumları Zâviyeler’dir. Zaviye bu düşünsel ve inançsal altyapı gereği; mihmanhanesi, çilehanesî, karakazanın kaynadığı Aşhanesi ve ibadet mekânı olan kurumlar olarak inşa edildi. Süreç içerisinde ise bu kurumlar dergâh olarak adlandırıldı.

      Bu kurumlar; yiğit, cesur, kahraman nitelikleri taşıyan Alp’in süreç içerisinde “Alp Eren” ve nihayetinde tahta kılıçlı Horasan Erenleri olarak İslam’ı tasavvufi düşünce ağırlıklı olarak yaymaya başladılar.

      Aslında, “Zâviyelerin “ehl-i itikaf ve horasan pîrlerine ait olduğu söylenebilir.”1. Bu itibarla tarihi süreç içerisinde zaviye, hangah, dergâh, tekke olarak adları değişerek günümüze geldi.

      Anadolu coğrafyasında Horasan Erenleri’nin serçeşmesi Hacı Bektaş Veli de ocakları birleştirerek Hacı Bektaş ilçesinde merkezi bir zâviye açmış, Türkmenlerden de bir devletin kurulmasında öncülük ettiği gibi, bu devletin ordu ocağını duasıyla kurdurmuş, Ancak, Türk devletinin önce adı “Devlet-i Aliyye” olmaktan çıkarıldı. “Osmanlı” oldu. Tabii bundan sonrası milli kültürden uzaklaşma hüsran, getirdi. Padişahlar kendi insanına yabancılaştı. Yavuz’la başlayan ümmet hülyası, süreç içerisinde Türkleri milli karakter ve kimliğinden soyutlanarak, özgün Türk Töresinden uzaklaşarak Şerîİleşti.

       Böylece saraya sızarak “çevir kaz yanmasın, padişah uyanmasın” parolası ile padişahlar yönlendirilerek, özellikle Türkmen Alevi-Bektaşiler’e bir “kızılbaş” suçlaması şeyhülislam fetvaları ile başlatıldı. Ancak, yeniçeri ordu ocağı Hacı Bektaş Velî’yi pir kabul etmiş olduğundan, okunan gülbanglarda ayağa kalkarak ona saygı duyuluyordu. Bu ordu ocağı böyle durunca, bir şey yapılamayacağı anlaşıldı, saraya ve ordu içerisine “eşkın”cı adlı değişik etnik kökenden belli kesimleri sızdırılarak, ocağı içerden çökertme planı yapıldı

     İkinci Mahmut, muntazam ve talimli bir ordu kurulmasının zamanının geldiğine kanaat getirerek, 23 Mayıs 1826’da Şeyhülislam konağında Meclis-i Meşveret i toplayarak devlet ileri gelenlerinin görüşlerini öğrenmek istedi.  Uzun müzakerelerden sonra, mevcut ocakların dışında talimli ve muntazam bir ocağa ihtiyaç olduğu dile getirilerek “Eşkinci” adıyla yeni bir ocağın kurulmasına karar verildi. Ulema fetva verdi. Çok geçmeden Ağa kapısında toplanan vezirler, ulema ve ocağın ileri gelenleri alınan kararlar çerçevesinde hareket edileceğini belirten yazıyı imzaladılar.  Hatta bazı zabitler, “Kanımızla mühürleriz” diyerek isimlerini yazdılar. 26 Mayıs 1826 ‘da hazırlanan eşkinci layihasına (yazısına) göre:

    Yeniçeri Ocağının İstanbul’da bulunan 51 ortasından toplam 7650 nefer Eşkinci yazılacaktı. Eşkinci askerleri Yeniçeri kışlalarında kalacaklardı, fakat yeniçerilerle temas etmelerine engel olunacaktı. Eşkinci neferlerinin başlıca görevi savaş talimi yapmak olduğundan, Et Meydanı talimhâne olarak düzenlenecekti. Tüfenkle atış talimi Kâğıthâne’de ya da Davut Paşa sahrasında yapılacaktı.”2

       Fakat, “Şeyh-ül islâm kapısından fetvâ alınarak ocak içinde yeni bir kısım kuruldu… İkinci Mahmud’un devrinde yeniçeri ortalarının toplamı yüzdoksanaltı adetti. Bunlardan otuzüçü kadim, geri kalanı başıbozuk durumda olan lâkapsız ve eşkıncı ortalardı. Bu lakapsız ortalar ikide birde istemezük veya şeriat isterük diye, ortaya fesad çıkarıyorlar. Bektaşi erkânında olan hakiki yeniçerilerin tarihi şereflerine gölge düşürüyorlardı.

       Biz yeniçeri değiliz. Biz padişahımıza sadakatten ayrılmayız diyerek hem isyana sebep ve önayak olmuşlar, hem de yeniçeri ortalarına ihanet etmişlerdi.

      İkinci Mahmut, bütün yeniçerileri ölüm fermanlısı yaptı. Sınır boylarında vatanı bekleyen gazilerin, acaba günahı neydi? Yeniçeriler, bulundukları yerlerde öldürülüyorlardı.

      Ulema Sancak-ı Şerif çıktı, daha şu kadar yeniçeri öldürmek, şer’an câizdir diye, padişahı tahrik ediyorlar ve nice masum kellelerin kopmasına sebep oluyorlardı. *…Asılacak adam kalmayınca, yeniçerilerin sazları, bağlamaları ağaçlara asıldı…”3.

      Hazırlanan bu sinsi plan, ocaktaki asıl yeniçerilerin farkına varmayacağı gizlilikte askeri eğitim yapılıyor gibi, kırım başladığında kaçacakların da önünün kesilerek öldürülmelerinin provası yapılıyordu.         

     “Önce yeniçeri ağası Celâleddin ağa aracılığı ile daha önce ocak çavuşluğundan katılıp da o günlerde kul kethüdası bulunan Hasan ağa ve ustalıktan gelme ve ocakta ilk başvurulacak kimse olan Canbaz Kürt Yusuf ve başkaca birer birer çağrıldı. Gizlice rütbe ve para vaat edilerek kendilerine askerliğin kanunî ve akla uygun gerekleri anlatılıp bu bakımdan uyarıldılar.

      Yeni bir düzen ve askerî eğitim için kendilerinden söz alındı. Sonra 18 Şevval Perşembe günü Şeyhülislam konağında yapılan toplantıda sadr-ı azam Mehmet Selim Paşa ve Şeyhülislam Kadızade Tahir Efendi… Kürt Yusuf ve hepsi bu mecliste hazır olmuşlardı.

      Önce sadr-ı azam söz aldı. Osmanlı Devleti’nin başından geçenleri anlattı: “Yeniçeriler vaktiyle hazer ve seferde kışla ve çadırlarında bulunurlar, cesaretle dövüşür, iteaat ederlerdi. Bunca yararlıklarını hepimiz biliyoruz. Ancak içlerine soyu belirsiz kötü kişiler karıştı. Padişahın emirlerini dinlemeyip isyan ettikleri için kendilerinde kuşku ve gerileme başladı.” Dedi.

      Hemen ardından Kul kethüdası söz aldı: “Aslında ocağımızın kanununa uyulmadığı için içimize uygunsuz adamlar karıştı, böyle düzensiz askerle savaş görevi alsam gitmekte duraklarım. Çünkü düzen ve disiplin altında olmayan asker ne kadar çok sayıda olsa her biri kahraman da olsa içlerinden biri firar ettiği gibi bu durum ötekilerine de sıçrar, hepsi dağılır. Subayları utanç altında ezilir. Hemen yeni bir askerî düzen ve ıslâhat ne suretle olur, biterse icrasına girişilmelidir.” Dedi.

      Sadr-ı Azam tekrar söz aldı: “Şimdi bu kanuni emre, şayet kötü yaradılışlı olan ağır sözlerle karşı gelip kötülük işlerlerse öldürülmeleri gerekmez mi?” deyince Şeyhülislam Efendi: “Bu gibi ortalığı karıştırmağa uğraşanlara şiddetli ceza verilmek lazım gelir” diye fetva verdi ve fetvasının yazılmasını da fetva eminine havale etti. Daha önceden düzenlenmiş ve doldurulmuş olan Huccet-i şer’iyyeyi vakanüvis Esad Efendi okudu. Yazıda bulunan ve denilen orada bulunanlar tarafından onaylandı ve mühürlendi.

      Eşkinci yazılması hususunda ocaklıdan devlete en fazla bağlılık gösteren kethüda yeri Mustafa ve Kürt Yusuf ile başka sözü geçenler Şeyhülislam konağında, sonra da ağa kapısında askere eğitim yaptıracaklarına söz vermişlerdi.

      Meğer bu tutum ve davranışları tersine bir gösterişten ibaretmiş. Sonra yapılan araştırmaya göre o gün isyanı nasıl yapacaklarını aralarında son defa görüşürlermiş.

       Et meydanında ulema eğitime başlandığı gün isyan edip ortaya çıkmaya niyet etmişlerken, bazıları meydana kazan kaldırmadan çıkmak Bektaşî gelenek ve kanununa aykırıdır, dedikleri için ertelenmişti.

       Ayrıca bazıları da: “Eşkıncılar yazılıp çoğalsın, top, tüfek ve savaş araç ve gereçleri ellerine geçsin, sonra ayaklanırız demişlerdi.”        

      İşte bu sırada büyük çarşıdaki kerpiç hanında gizli bir toplantı yaptılar. Oraya meşhur Habip odabaşıyı bile götürmüşler ve hemen isyana karar vermişler. Habip odabaşı Yezitlikle eşit olan 31 cemaatin odabaşısı idi.

       Eğer zorbalar kazanırsa bunca devlete bağlı olanları yok ederlerdi.  Sonra devlet nasıl idare edilir, durumu ne olur, gibi düşünceler tehlikenin etkisini artırıyordu. Padişah bile duraklama ve sağlam adım atma isteği görüldü.

       Bunun üzerine Kürt Abdurrahman söze başladı; hiddetlendi, şiddetlendi ağzı köpürdü.    “Bu din ve devletin ayakta kalması Allahın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz, değilse biz de bu din ile beraber gideriz, daha ne olmak ihtimali kaldı?” diyerek elindeki tesbihi hiddetle yere vurdu. Tesbih koptu, dağıldı. Taneler mermer üzerinde yuvarlanırken orada bulunanlara ağlama geldi. Hepsinin gözyaşları tane tane yere dökülüyordu.

      Sultan Mahmut Hana da ağlama geldi. Ağlayarak Hırka-i Şerif odasına girdi. Sancak-ı Şerifi çıkardı. Sadr-ı Azam ille Şeyhülislama verdi… Herkesten önce medreselerde kalan 3500 talebe-i ulûm padişah kapısına gelip kendilerini gösterdiler.”4

       Padişah II. Mahmut’un da yüksek bir yere çıkarak, kırımı seyrettiği sırada, sokak aralarına kaçan yeniçerilere dokunmayın, bırakın kaçsındar dediği söylenir. Ancak iş işten geçmiştir. Bir defa zalimlere fırsat verilmiş, önünü almak mümkün olmamıştır.

       Yeniçeri Kırımı sonrası sıra Alevi-Bektaşi Babaları’nın idamı, sürgünü ve dergâhlarına el konulmasına gelince:

      “II. Mahmud’un, ilga fermanınıyla… Bektaşi Babalarının bir kısmı ya idam edildi yahut da sürgüne gönderildi. Sürgüne gönderilecekler listesi düzenlenmesinde çok hararetli ve hakaretli tartışmaların çıktığı anlaşılıyor.

    “Sürgüne gönderilenler içinde Melekpaşazâde Abdülkadir Efendi, Şânizâde Muhammed Ataullah Efendi, Ferruh Efendi gibi, büyük bilginlerde vardı. Üstelik bu bilginlerin hepsi, sürgün listesini düzenleyen ulema ve meşayihin hemen hepsine hocalık etmiş kişilerdi. Sürgün meselesi öylesine büyük istismara âlet edilmiştir ki, danışama heyetinden bazıları “artık bu kadarı fazla” demek zorunda kalmışlardır. Mesela, Kürt Abdurrahman “Kethüdazâde Ârif de Bektaşidir; Şânizâde gibi onu da sürelim” dediğinde, daha sonraki zamanlarda Kazasker olduğunu gördüğümüz.

      Çerkeşli Muhammed Refi şöyle haykırmak zorunda kalmıştır. “Yeter artık. Utan, be adam Kethüdazâde hepimizin hocasıdır. Ben de ondan ders okudum. Mezhebi ve itikadı temiz bir zattır.” Demiştir.

      Sürgün listesinin kabarıklığında Nakşî kesimin gayreti yoğun oldu. Nakşilik’in Halidiye kolu ünlülerinden Gümüşhaneli Ahmed Zıyaeddin Efendi’nin hocası Kürt Abdurrahman Efendi, sürgün listesini hazırlayan heyette bütün gayretini seferber etmiştir. Bu gayretin “ıvazsız ve garazsız” olduğunu söylemek pek mümkün görülmüyor.

     Çünkü, Bektaşilerden boşalan mevki, tekke ve imkanların tamamına yakını “müteşerri” oldukları gerekçesiyle, Nakşilere dağıtılmıştır.”5.

       Yeniçeri kırımı sonrası 110 Yıl Nakşibendi, Kadiri ve Rufaî tarikatı hakimiyetine verilen Bektaşi tekkelerindeki bu süreç Bektaşiliği unutturmuş, artık sözü edilen tarikatların tekkeleri olarak biliniyordu.

      “1900’lu yıllarda: (…) İstanbul’da bulunan birçok tekke Nakşî, Kadirî, Rufaî tekkesi diye tanınıyordu. Fakat gerçekte bu tekkeler Bektaşi tekkesiydiler.”6 *

     “II. Mahmut Devri Yeniçeri Kırımı (1826)’nda, “Bektaşi tarikatinin Mısır’dan Arnavutluğa kadar geniş İslam topraklarında tekkeleri vardı. O bakımdan bütün Bektaşi şeyhleri ile birlikte Bektaşi mensubu oldukları sanılan Anadolu payelileri de sürgün edildiler. Tekkelerinin yenileri yıktırıldı, eskileri bırakılarak, ehlisünnet inancına bağlı şeyhlere, bilhassa Nakşibendî mensuplarına verildi.

      Devletin Bektaşiliği yasaklamasından dolayı Bektaşi akidesine mensup olanlar saklanmak ve faaliyetlerini gizli sürdürmek zorunda kaldılar. Aynı durum şüphesiz Urfa’da da meydana geldi.”7 * deniyor, ancak hiçbir bilgi verilmiyor. Urfalı Edebiyatçı yazar sayın Adil Saraç ise;

     “Bektaşi bir şair Yekta. Bu akımın Urfa’da nasıl yeşerdiğini, ne zaman yeşerdiğini bilmiyoruz. Hatta Urfa’da bir de tekkeleri var.”8. der, ancak kullandığı ifade düşündürücüdür!

      İşte böylesi bir değer yargısının hâkim olduğu zamanda, ülke işgal altında iken, işgal güçlerinin yönlendirmeleri ile ülkede suikast ve isyan plânlamalarında etkili olan bu tekkelerdeki şeyhlerin propaganda ortamlarına son vermek için, Mustafa Kemal Atatürk 1925 yılında tekkeleri kapatmakla, Bektaşi tekkesini kapatmış olmuyordu.

       II. Mahmut’un Hacı Bektaş Dergâhını Nakşibendilere devreden Fermanı’nı ortadan kaldırıyordu. Zamanı gelince de dergâhı açacağını, çocukluğundan beri yanında olan doktoru Ali Ragıp Baransel’e Baba’ya söylemişti. Ancak yurdun çeşitli yörelerinde, birçok defa suikast ve isyan hareketleri buna fırsat vermedi.

      Önemli olan ilk etapta 100 yıldır haksız olarak Bektaşi tekkelerini tasarruflarında bulunduran Nakşibendi tarikatinin hakimiyetine son vermekti. Zira, bu tarikatler kandırılarak cumhuriyet fikrine karşı İngilizler’in yönlendirmesiyle isyan hareketlerinde bulunuyorlardı.

      “Gazi Mustafa Kemal Paşa 23 Aralık 1919’da Hacı Bektaş ilçesine gittiğinde postnişinle: “Başbaşa konuşmalarının bir yerinde Cemâlettin Çelebi Mustafa Kemal Paşa’ya: “Paşa Hazretleri” diyor, “Cesaretimi ve basiretli idarenizde Türk Milletinin düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz. Yüce Allah’ın milletimize müyesser edeceği zaferden sonra Cumhuriyet ilânını düşünüyor musunuz?”

      Çelebi’nin “Cumhuriyet” kelimesini böylesine açık yürekle söylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa heyecan ve dikkatle Cemalettin Çelebi’nin gözlerine bakıyor, biraz daha yaklaşıyor, onun elini avucunun içine alıyor ve kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle: “O mutlu günün ilânına kadar aramızda kalmak kaydıyle, evet, Çelebi Efendi Hazretleri”9 diyor.    

      “Dedem Veliyettin Çelebi, Atatürk’ün ölümüne kadar görüşmelerini ve ilişkilerinin sürdürmüştür. Atatürk’ün çağrısı üzerine bir ara Ankara’ya gidiyor. Atatürk, İsmet Paşa Mahallesinde Veliyettin Çelebi için bir ev hazırlıyor ve kendisini orada ağırlıyor, Çankaya’da da birkaç defa görüşme yapıyor. Veliyettin Çelebi’nin ağırlanması ile görevlendirdiği Dersim Milletvekili Mustafa Saltuk, “Atatürk’ün söz konusu görüşmelerden sonra kendisine, “Çok büyük insan… O’nunla konuşunca âdeta ruhum yıkanıyor. Kaynak suyu gibi temiz, okyanus gibi geniş ve derin” dediğini anımsıyor.

      Veliyettin Çelebi’nin Atatürk’le ilişkileri ve dostlukları içtenlikle ve sürekli olduğu halde, belki yaradılışın münzevi ve sessiz oluşu ve belki de Atatürk’ü desteklemesinin bir karşılığa bağlı olmadığını göstermek amacı ile milletvekilliği için Atatürk’ün yaptığı teklifleri kabul etmiyor.”10.

      “Örneğin 1931 yılında Yenigün gazetesinde tarikatın kapatılmasını değerlendiren ve Bektaşi olan Ziya Bey, diğer tarikatlar gibi Bektaşiliğin de lağvedilmesini ancak, cumhuriyetin gaye ve ilkelerinin Bektaşiliğin fikir ve beklentileriyle aynı şey demek (olması nedeniyle) Bektaşilerin bundan müteessir değil memnun olduklarını dile getirmiştir. Cumhuriyetin ve modern inkılâp kanunlarının sosyal hayatta bir özgürlük getireceğini savunan Ziya Bey, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını, medeniyetin ve modernliğin bir gereği olarak görüyor ve bundan sonra Bektaşilerin zaten modern olan durumlarını rahtça yaşayabileceklerini belirtiyordu.”11.

         Zira, Sultan Abdülmecid 1852 tarihinde Durbalı Sultan Tekkesi’nin postnişini Mahzuni Baba’ya ilişkin fermanda: “İstanbul’daki İmparatorluk hükümetinin, Çatalca Kadılığı’na bağlı Oraklı köyünde bulunan Durbalı Sultan Tekkesi şeyhliğine, Nakşibendiye tarikatı üyesi Ahmet oğlu Şeyh Muharrem’i, ardında çocuk ya da varis bırakmadan ölen Hasan Dede’nin yerine atadığı” ifade edilmekteydi. *

       Burada Bektaşi “takiye”sinin en önemli örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. Muharrem Baba, sırf ünlü Durbalı Sultan Tekkesi’ni Hacı Bektaş tarikatına iade edebilmek için tam bir Nakşibendi gibi davranmış ve bu rolde o kadar başarılı olmuştur ki, kimse ondan şüphe etmemiştir.”12.

      İşte bu acı durumdan yani, önemli olan Nakşi boyunduruğunda takiye yapmak zorunda kalmaktan kurtulmaktı.

          1925 yılında Tekkelerin kapatılmasına ilişkin olarak da hiçbir kırgınlık, küskünlük olmaz. Çünkü bu bir cumhuriyet mücadelesiydi ki, bu cumhuriyetin kuruluşunun sözü de Hacı Bektaşi Velî Dergâhında konuşulmuş, ikrar alınmıştı.

      Bunu her Alevi-Bektaşi can bilir ve inanır ki, yeniçeriler Hacı Bektaş’ın “biz tımar için beye kılıç çekmeyiz” duygu, düşünce ve inancını, Kısaslı Alevi-Bektaşiler de cem evlerine astıkları Atatürk portresinin altına “er eri tanır” sezgisini kurşun kalemle bir “sır” olarak yazarlar.  Anlayana Aşk olsun.

*****

1- Doç. Dr. Tuncer Baykara, “Türkiye Selçukluları Devrinde Konya”, Kültür ve turizm Bakanlığı Yayınları: 614, Ankara, Tarihsiz, s.94-95; Eflâki, I, 119-120

2-Halil İnalcık, “Reformcu Sultan II. Mahmut”, Selis Kitaplar, İstanbul, 2012, s.67-68-69-176

3- Şevki Koca, “Yeniçeri Ocağı ve Devşirmeler”, Nazenin-Tarih Yayınları, İstanbul, 2000, s.74-75-76

4- Ahmed Cevdet Paşa, “Tarih-i Cevdet”, Cilt:12, Üçdal Neşriyat Koll. Şti., Üçler Matbaası, İstanbul, 1974, s.192-193-194-195-198-197-198-199-240-247; Yeniçeri kırımını planlayanı kışkırtan Kürt Abdurrahman’dır.  *Günümüzde ise Türk Ordusuna yönelik olarak yapılan operasyonlar FETO organizesinde ABD-AKP-HDP ittifakı çözüm süreci planıyla, tarihteki yeniçeri kıyımının tekrar sahneye konulmasından başka bir şey değildir.

5- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik”, Yeni Boyut; İstanbul, 1990, s.193-194-195; Bkz: Gündüz, 135; Cevdet Paşa Tarihi, 12/184

6- Şakir Keçeli, “Uluslaşma Sürecinde Bektaş, Aleviler ve Atatürk”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016, s.252

7-Mahmut Karakaş, “Urfa’nın Kültür ve İnanç Serüveni” ,T.C. Şanlıurfa Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2009, s.435; *Bu durum imparatorluk sınırlarının her tarafında aynıydı. Örneğin Irak’taki Türkmen coğrafyasında; “Tuzhurmatı’da Dervişan ve Bektaşîlere ait Dede Garip, Baba Gulam, Seyit Ali, Seyit Kalender, Seyit Haydar, Seyit İbrahim tekkeleri bulunmaktadır.”(Nacioğlu,2005;s.50-51)*Eskiden bu tekkelerde gizlice saz eşliğinde Hz. Ali’yi ve ehl-i Beyti öven şiirler özel havalarla terennüm edilirdi. (Tezibaşı, 1980: 22)” (Dr. Necdet Yaşar Bayatlı, “Irak Türkmen Halk Kültürü Araştırmaları”, Berikan Yayınevi, Ankara, 200, s.86-87)

8- Adil Saraç, “Bilinen Urfa Şairleri”, Şair Nâbî Sempozyumu 13-15 Kasım 2009, Şanlıurfa, s.497

9- Nazım Hoca, “Müdafa Ahmedi Cemalettin Çelebi Doğu Cephesi 1862-1921”, Özyılmaz Matbaası, İstanbul, 1992, s.5

10- Ahmet Koçak, “İkibinli Yılların Yazıları Veliyettin Hürrem Çelebi”, Hünkâr Basım, Yayıncılık, Dağıtım, Organizasyon Tic. Aşti., İstanbul, 2012, s.57

11- Dilek Soileau, “Hacı Baktaş-ı Veli Dergahı’nın Kapatılması ve Tarihsel Mirasın Paylaşımı: Babalar, Çelebiler ve Aleviler”, Uluslararası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri Hacı Bektaş Veli Güneşte Zerresinden, Deryada Katresine”, Der: Pınar Ecevitoğlu-Ali murat İrat-Ayhan Yalçınkaya, Dipnot Yayınları, Ankara, 2010, s.256-257; Ziya, “Bektaşilik”, Yenigün, 8 Mart 1931, s.9.

12- Murat Yiğit, “Arnavut Bektaşi Mahzuni Muharrem Baba ve Türkçe Nefesleri”, I. Uluslararası Karaşar Alevi Bektaşi Bilgi Şöleni, Ankara, 2013, s.284; Kiel 2005,: 416.

DİĞER YAZILAR
Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Evlenme ve Boşanma İstatistikleri Şanlıurfa 2. sırada
Evlenme ve Boşanma İstatistikleri Şanlıurfa 2. sırada
TÜİK, Yurt içinde 17 milyon kişi seyahate çıktı
TÜİK, Yurt içinde 17 milyon kişi seyahate çıktı