Advert
Advert
Alevi - Bektaşiler’e “Mumu Söndü” İftirasının Tarihsel Kaynağı
Aşir Kayabaşı

Alevi - Bektaşiler’e “Mumu Söndü” İftirasının Tarihsel Kaynağı

Reklam

Alevi-Bektaşi inancında şöyle bir deyim vardır. “Yol bir sürek bin bir” inançsal yolu ifade eden bu deyim gibi, edebiyat alanında da “Yedi Ulu Ozan” dan da bahsedilir. Ancak bu bir simgedir. Aslında, Alevi-Bektaşilerin “Bin bir tane” ozan, âşık ve şairleri vardır.

     Türk Beyliklerinin kurduğu “İl” barış devletlerinde ayrım-gayrım yoktu. Bu beylikler kurdukları devlete de “Devlet-i Ali” demişlerdi. Ancak, bu durum bir tarihten sonra Emevi zihniyeti, İslâm alemini bölerek yaratılan “mezhepçilik” ayrımı sonucu o günden bugüne Müslümanlar birbirini küçümser göremeye, dışlamaya ve kırmaya başladı.

       Osmanlı padişahı II. Beyazıt, Safavî devlet başkanı Şah İsmail’e oğlum, Şah İsmail’de Beyazıd’a “baba” diye hitap dereken, sonradan Osmanlı sarayına sızarak, padişahında kuyusunu kazan kesimlerin zihniyeti kardeşi kardeşe düşman etti. Şah İsmail ve taraftarları için “kızılbaş” iftira ve suçlaması başlatıldı.

      Edebiyat alanında bir ilk olan Yunus Emre devrinde de bu ayrım gayrım yoktu. Şeriatçılar da onu kendilerinden saymaya başladı. Alevi-Bektaşiler de bu konuda duyarsız kaldı. Yunus Emre sonrası “yunus” mahlasını kullanan şairlerin dizeleri, Yunus Emre’ninmiş gibi dinî merasimlerde kullanmaya başladılar. Bunu irdeleyerek gerçekleri araştırmayanlar, bu konuda farklı değerlendirmelerde bulundular.

         Halide Nusret Zorlutuna: “Edebiyat tarihimiz, Yunus Emre’nin Tarikat silsilesini Tapduk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk Baba yolu ile Hacı Bektaş Veliye çıkarırlar; ondan sonra da Baba İshak, Baba İlyas, Şeyh Ebul Vefa… Ve nihayet Hazret-i Ali.

       Yunus’umuzun Taptuk Emre dervişlerinden olduğuna hiç şüphe yok. Yûnus birçok şiirlerinde Taptuk Emre’den bahseder; halk da hep ikisinin adını beraber anar, ikisinin mezarını yan yana kurar. Yunus, Tapduk Emre ile birlikte Saltuk ve Barak babaları da anmıştır.

Yûnus’a Tapduku Saltuku Barak’dandır nasip

Çün gönülden cuş kıldı men nice pirhân olam

      “Özü güzeller güzeli, sözü tatlılardan tatlı şairimi “Sohbet Ehli” kişiler nasıl unutabilir?.. Aşıklar, ârifler meclisinde onun adı, kıyamete kadar sevgi ile, saygı ile rahmetle anılacaktır.

       O ne Bektâşî, ne- haşa Kızılbaş, ne de Melâmi şairidir. O, “Yunus”tur; kendi başına bir mektep, bir âlem, bir cihandır. O bir ârif şairdir, sadık âşıktır. Candır, hâk’tan inen şerbeti için kanan adamdır. Tanrısı’na ne de güzel hamd eder:

            Tapduk’un tapusunda kul olduk kapusunda

            Yûnus miskin çiğ idik piştik elhamdülillâh

      Allah bizlere de onun yolunda, onun gibi pişmek nasip eylesin.”1. der, demesine ancak, üstüne üstlük “haşa kızılbaş” deyimiyle de bir yargıda bulunur. Keşe Yunus’un, köyüne köylüsüne buğday temin etmek için Hacı Bektaş’a, Oradan da Tapduk Emre Dergâhına giderek 40 yıl hizmet ile nasıl “piştiğini” bilebilseydi!

       Yıllar önce, yani 70’li yıllarda Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenimime devam ederken, ülkemizde Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı da yapmış bir hocamız dersimize geliyordu. Derste anlatılanlar bir yana nedense sözü Rusya’da namus mefhumunun olmadığını, birinin herhangi bir Rus’un evine gittiğinde, o evin hanımı ile flört yapabildiğini, o evin erkeği, eve döndüğünde kapının üzerinde bir şapka asılı ise durumu anlayarak eve girmeyerek gittiğini, söylediğinde şaşırmıştım.

      Allah Allah nasıl böyle bir şey olabilir, bu insanoğlunun fıtratına aykırı bir, ikincisi ise Rusya’da birçok Türk yaşıyor. Türkler bu konuda ne yapıyor, nasıl davranıyorlar, hayret etmiştir.

    Gel oldu git oldu yıllar sonra Samsun’da görev yapmaya başladığımda, Rusya’da 1990’lı yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti dağılmış, Türkî Cumhuriyetler kurulmuş, Sarp Kapısı açılmış, Rusya’dan Gürcüler, Karadağlılar, Azerbaycanlılar, bohça ticareti için Karadeniz bölgesine gelerek, Pazar kuruyorlardı. Bende gidip, bazı ev eşyaları satın alıyordum.

     Bir gün yine gittiğimde bir Azeri yaşlı kadın ile genç bir kadının bohça açmış, sergiledikleri eşyaları satıyorlardı. Aklıma, üniversitede hocamın yukarıda söyledikleri geldi. Yaşlı kadın bir müşteriye bir şeyler satarken, belki de eşyanın methini yapıyordu. Ben de genç kadına yaklaştım, Hanım senin adın nedir? Diye bir soru sordum. Amacım, acaba oradaki Türklerde milli kimlik ve kültürlerinden asimile olup, Rus adı alıp almadıklarını öğrenmek istedim:

       O anda bir baktım. Bir müşteriye eşya pazarlamakta olan yaşlı kadın, hemen orayı bıraktı, genç kadının yanına geldi, meğer o genç kadının kayınvalidesi imiş, kadına şöyle bir soru sordu?

     - Bu adam sana ne deyir? dedi.

     - Gelin de adımı soriyr? Dedi

     - Yaşlı kadın bana döndü:

     - Gişi oğlu, bizde kadın ismi sormak ayıptır, dedi ve yüzüme baktı, ben anladım ki, sen kötü niyetli değilsin, ben sana söyleyeyim. Bu benim, gelinim adı da “Zühre” dir, dedi.

        Ben Sorumun cevabını almıştım. Hanım dedim, benim sormamın sebebi, acaba sizlerde inanç bakımından Ruslar gibi mi? Olmuşsunuz diye merak ettiğimden sordum. Yoksa bizimde ana ve bacılarımızın adı zühre hatta gökyüzündeki bir yıldıza da “Zühre yıldızı” deriz, dedim.

      Kadın durumu anladı. Yok, yok, bizimde pîrlerimiz, Yunusu’muz var diye cevap verdi ki bende Yunus’un Ululuğunu daha iyi anladım. Azeriler’deki âhlaki değerlerin bizden bir farkı olmadığına yakından şahit oldum.”

       Aslında yukarıdaki iftira ve yalanların ilk önce Horasan Erenleri’nin Pîri Ahmet Yesevî zikir meclislerine kadınların da katılmasını hazmedemeyen şariatçılar, bu şu şaiâyı çıkarmışlar:

     “Hoca Ahmed Yesevi’nin şöhret dâiresi genişleyerek müridleri binlerle sayılacak derecede çoğalınca, muhalifleri, rakibleri de çoğalmıştı; hatta bu münafıklar nihayet ağır bir iftiraya da cür’et ettiler: Gûya Hoca’nın meclisine örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şerîat hükümlerini muhafazaya şiddetle riâyet eden Horasan ve Mâverâü’nnehr âlimleri, bilhassa müfettiş göndererek bu şâiyanın doğru olup olmadığını tahkik ettiler. Tahkikat neticesinde bunun sırf bir iftiradan ibâret olduğu anlaşıldı; lâkin Hoca Ahmed Yesevî, onlara artık bir ders vermek istedi:

      Bir gün müridleri ile birlikte bir mecliste otururken, mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu. Bütün cemaata hitâbederek dedi ki: “Sağ kolunu, bülûg gününden bu yana kadar avret uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır? Hiç kimse cevap veremedi.

      Derken, Şeyh’in müridlerinden Celâl Ata ortaya geldi. Hoca Ahmed Yesevî, hokkayı, onun eline vererek o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Maveâü’nnehr ve Horasan memleketine gönderdi. Oralarda bütün âlim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı açtılar: İçindeki pamukla ateş hiç birbirine te’sir etmemişti ne pamuk yanmış ne de ateş sönmüştü.

      O vakit, Hoca’dan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün açıklığı ile anladılar. Eğer, erkek kadın bir ehl-i hak meclisinde beraber zikr ve ibadete devam etseler bile, Ta’âla, onların kalblerindeki her türlü kin ve düşmanlığı yok etmeğe muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkal’âde utanıp korktular ve hediyeler, adaklarla kabahatlarını afvettirmeğe çalıştılar.”2

      Ama, bu önyargı ne yazık ki ülkemizde hala devam ediyor. Yesevî ve Alevi-Bektaşiler ayin-i ceme kadınların da katılımı ile anadilleriyle ibadet yapmalarından ötürü, bu ibadet biçimine muhalif olan kesimler bu iftirayı çağlar öncesinden günümüze kadar taşımışlardır.  

      Günümüzde de bir Adalet Bakanı Antalya’da hayat pahalılığını tencere çalarak, protesto eden kadınlara, “Mum söndü oynuyorlar.” diyebilmiştir.

        İftira, bühtan ve yalancılar utansın!

*****

1- Halide Nusret Zorlutuna, “Yûnus Emre’m” Hüseyin Özbay- Mustafa Tatçı, “Yunus Emre ile İlgili Makalelerden Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1275, Ankara, 1990 s.374-376-377

2- Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 118, Ankara, 1976, s.33-34; Cevâhirü’l Ebrar min Emvâci’l-Bihâr, (s.82-83); * Bir TV’ programında Güner Ümit de Osmanlı Lüğatlarına işlenmiş bir iftirayı “Allah korusun kızılbaş (ensest)  olmayasın” mealinde bir sözü dil sürçmesi ile ifade edebilmiştir.   

DİĞER YAZILAR
Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Evlenme ve Boşanma İstatistikleri Şanlıurfa 2. sırada
Evlenme ve Boşanma İstatistikleri Şanlıurfa 2. sırada
TÜİK, Yurt içinde 17 milyon kişi seyahate çıktı
TÜİK, Yurt içinde 17 milyon kişi seyahate çıktı